![](https://static.wixstatic.com/media/4cff1b_6435da16806d4d1281b8ec541f79a112~mv2.jpg/v1/fill/w_454,h_605,al_c,q_80,enc_auto/4cff1b_6435da16806d4d1281b8ec541f79a112~mv2.jpg)
Duyuyor musunuz kokuyu? Belli belirsiz çiçek kokularına toprağın nemi, denizin iyotu bulaşır. Zeytin kokar bilene. Ege kokar. Gelen geçene açmaz rahiyasını, yaşayana sunar kokusunu İonya. İonya… Doğduğum, büyüdüğüm toprak. 2300 kusür sene önce Helen diyarından Dorlardan kaçan İon halkı taşımış beni bu zengin toprağa. Tessara* ailesiyle göçerken yanında getirmiş beni. Ben de o da, küçücük çocukmuşuz. Tessara doğduğunda dedesi bahçelerine ekmiş beni. Beraber büyüyelim beraber dertleşelim diye. 10 yılımızı geçirdiğimizde ikimizde neredeyse aynı boydaydık. Pelium* dağı eteklerindeki köylerde hem cinslerim zeytin ve dahası elma çoktu. Tessara’nın dedesi de hem yağ işler, hem satardı. Yaşımın da aklımın da ermediği sebepten suyun öte yakasına göç mevzuu olduğunda, Tessara çok ağlamış beni bırakmak istememişti. Parádeisos* derdi bana. Gülerdim. Ağaca da isim mi konur diye. Beraber büyüyeceksiniz sırdaşın olacak demiş ya dedesi, sırdaşı bilir cenneti kılardı beni. Her yaprağımı öper okşar, her dalımı severdi. Her ağacın bir çocuğu olur sanıyordum. Bahçede geçgin ağaçlar vardı çoğunun adını bilmezdim. Sesleri de çıkmazdı. Zeytin de çoktu ama o zeytinler benle pek ilgilenmezlerdi. İçlerinden bir ikisi beni uyarmıştı “İnanma güvenme bu insan denen canlıya. Meyvemiz için çok hırpalar, hiç bakmaz, hiç ilgilenmezler bizle. Bağlama gönlünü bu küçük kıza” derlerdi, derlerdi de ben pek oralı olmazdım. Kara zeytin gözlerinde ki ışıklara, ışıl ışıl gülüşüne bayılırdım. Beraber büyüyorduk ne zarar verebilirdi ki bana. Üstelik henüz meyve vermek için de çok küçüktüm. Sadece onun boyuyla bir olmak için gövdemi dallarımı besliyor güçleniyordum. Onun boyunu aşmak istemiyor enime büyümeye köklerimi güçlemeye uğraşıyordum.
Suyun öte yanına gidileceğinde inci yaşlarını o kadar çok akıttı, o kadar çok küstü ki dedesi çaresiz kabul etti gelişimi. O gün anladım her ağacın çocuğu, her çocuğun ağacı yoktu. Biz birbirine yazılmış iki sabihdik. Ölümümü göze alabilecek miydi? yolculuğa dayanabilecek miydim? yaşayacağımdan ve beraber büyüyeceğimizden o kadar emindi ki küçük Tessara günler süren deniz yolculuğunda kucağından beni hiç indirmedi. Üstelik ona göre ağırlığım fazlaydı.
Gemiler Kaystros* ırmağı dibinde bulunan Apasas* kentine yanaşdığında Tessaranın ailesi bu kente bayılmış ve yerleşmişti. Beni de konaklarının dibine ekiverdiler. Yalan yok bende ürkmedim değil köklerim zarar görür mü? yaşarmayım? bu yolculuğa dayanır mıyım? diye endişe etmedim değil. Ama kalbi ışık kara saçlı kız, öyle sarıyor öyle seviyordu ki beni yolu yarılamadan ben de emindim artık yeni topraklara kök salacağımdan.
Kaystros’un mavi berrak suyunda balıklar, çeşit ötesi kuşlar, bal likörü kaynağı arılar, incir badem ağaçları geyikotu, kekik, kum teresi, acı bakla, mercimek, çiriş otu, üzüm ve pyros*… muhteşem bir yerdi. Yeşilin tonlarına, otun çeşitliliğine ağaç olarak ben bile şaşakalmıştım. Cennete gelmiştik. Adımı Parádeisos koyan Tessara beni gerçekten cennete getirmişti.
20 yaşımda muhteşem zeytinler verir olmuştum. Tessera benim yağımla eşsiz Glykinos* lar yapıyor bölgeye nam salıyordu. Dedesi zeytin işliği kurmuş ama vefat ettiğinden işi ailenin diğer üyeleri devralmıştı. Pyros’a buğday diyorlardı buralarda. Binlerce çeşidinden biri de bu topraklarda azık oluyordu.
Altmışıma vardığımda Tessara çoktan bu diyardan göçmüş, torunları etrafımda koşuşur olmuştu. İlk o vakitler varlığımı, ömrümü sorgular olmuştum. Ne kadar ne kadar genç olduğumu bilmiyordum. Beraber büyüdüğüm zeytin gözlüm göçünce yaşamdan, ben de yaşamam sanıyordum. Saflık işte. Oysa ne soğuk ne sıcak, ne rüzgar, hiç bir şey etkilemiyordu gelişmemi. Suya da ihtiyacım olmuyordu. Tessara gittikten sonra uzamanın anlamı kalmamıştı o yüzden tüm gücümü gövdeme verir sıkı kök salar olmuştum.
Bu denli yaşayacağımı dallarımın altından, geçtim yüzü binlerce çocuğun koşturacağını hiç bilemezdim. Kimi unuttular zeytinlerimi toplamayı, yıllar yıllar yerlere döküldü. Kimi uzun süreler insan görmedim. Bazı koyun çobanları dinlendi koynumda, bazı sevdalılar sarıldı, ayrıldı, sevişti, ağladı. Atlar dinlendi. Eşekler salındı. Yıldızlar yağdı durmadan üzerime, ateşler yakıldı etrafımda bıkıp usanılmadan. Türküler yakıldı, şarkılar çağladı. Kaystros taştı bazı, bazen su taşımaz oldu.
Her yanı buğday kapladı bazı yıllar yada incirler dostum oldu. Kaystros toprakla dolunca insanlar azaldı etrafımda kimse beni görmez bilmez hasbıhal etmez oldu. Kuşlar bıkıp usanmadan dallarımdalardı ya onların neşesi yetti. Meyvemin çokluğundan yada fırtınaların, yağmurların şiddetinden dallarım kırıldı.
İnsanlar geldi. İnsanlar gitti. Etrafıma yerleşti. Kondu. Göçtü. Dillerini bilemedim. Dilleri değişti. Ağıtlarını yada çoşkularını nameyle dinledim. Lakin yüzler yüzler yıl meyvemi toplayanlar bıkıp usanmadan yağ yapmaya devam etti. İnsanlar, toprak, hava, diller, töreler değişiyor yağ yapımı hiç değişmiyordu.
Baştan bilir takip ederdim yaşımı, sonrası salar olmuştum benden gayrı kimse kalmıyordu ne bir badem, ne bir üzüm, ne bir domuz, ne bir tilki, ne gelincikler, ne ferulalar… kimse durmuyordu bu göğün altında. Bense lanetli gibiydim. Ölümsüz müydüm? beni diğer karadan bu karaya getirmelerimi beni ölmez eylemişti? ötem berimde de ben kadar eskiyi hatırlayan zeytin yoktu. Zeytin vardı var olmasına ama ya kesilip yakılıyor ya yıldırım çarpıyor ya çürüyor ya hastalanıyorlardı. Bana? bana bir şey olmuyordu. Ölmüyor, ölemiyordum.
Gün biri, bir insan evladı çıka geldi. Gördüğü gibi de çığlıkları durmadı. Etrafımda dönüyor, zıplıyor tırmanıyor hayret nidaları atıyordu. Ardından pek çok insanla geldiler. Hakkımda ne fark etmişlerdi de bu denli şaşkınlık yaşamışlardı bilemedim. Belki benim kadar kalın gövdeli kocamış ağaç yoktu etrafta yada ben meyveli bir ağacı ilk kez görüyorlardı. Kim bilsin? Eş zamanlı olarak insanlar ve konakları da çoğaldı. Arkamızda Ayasuluk dedikleri ufak tepeye kale bile yaptılar. Sesler çoğalmış, insanlar çeşitlenmişti. Hareketlilik çoktu. Üzümler de göçmüştü. Beyaz büyük çiçekler açan bir bitki getirip eker oldular. Pamuk derlemiş libas yapılırmış. Pek sevdiler bu dikenli çiçeği ardısı kan ve gözyaşı. Ne kadar ağaç varsa söker atar, pamuk diker oldular. İnsana libas çok lazımdı herhal.
İlk baltayı yediğimde gövdeme attığım çığlık Pelium’dan duyulmuş olsa gerek. Bir kaç kişiydiler. Kaç gün uğraştılar bilmem, gövdemi dallarımdan, köklerimi topraktan söküp attılar. Bu kaleye bir keşiş gelmişti yıllar yüzyıllar öncesi. Kıymetli başka bir keşiş varmış, o ölürken “Affet onları Allah’ım, bilmiyorlar; bilselerdi yapmazlardı” demiş. Anlatır dururdu gölgemde fanilere. O geldi aklıma meyvelerimin ne şifa olduğunu bilmiyorlardı herhalde ya da kaç bin, yüz yıldır burada olduğumu buranın benim cennetim olduğunu bilmiyorlardı. Yaktılar. Parçaladılar. Hiç oldum. Yok oldum. Üşüdüm. Islandım. Karanlığa büründüm. Karanlığa düştüm. Ben ki yüzyılların Parádeisos’u, kayboldum. Son nefesimde “Affet onları Allah’ım, bilmiyorlar; bilselerdi kesmezlerdi” dedim o keşiş gibi.
……….
Ölüm ötesi
Evet yok olmuştum ama vardım da. İnsanların ruh dediği şeye mi bürünmüştüm. Görülmüyordum, meyve de vermiyordum ama ben her yeri gören, her yere giden bir zeytin ağacıydım. Bilge bir ağaçmışım. Her gidip konuştuğum yeni ağaç öyle dedi. Zeytin nefesiydim, bilge bir nefes. Bin yüzler yıldır insanlardan duyduklarımı, yaşamdan öğrendiklerimi, gördüklerimi, deneyimlerimi, Ay, Güneş ve yıldızlarla sohbetlerimi aktardım da aktardım. Ağlayanlara, gülenlere eşlik ettim. Ağaçlara ses oldum. Zaman içinde ben gibi uçuş uçuş gezen nice suretlere rastladım. Kimi insan, kimi ceviz, kimi ispinoz, kimi rakun. Hepsi sakin pozitif bilge ruhlardı. Varsıl alemde birilerine dokunur birileri ile söyleşirlerdi. Denizin üzerinde salındığım bir gün O’na rastladım. İki kayıp ruh, iki özlem abidesiydik. Ben dallarımla onu sararken o gövdeme sımsıkı sarılmıştı. Hıçkırıklarımız kahkahalara dönene dek sarıldık. “Nasıl diye sordu nasıl buradasın yokluk aleminde sen gibi ölümsüz bir ağacın ne işi var”. “Evet işte bende lanetlendiğimi düşünürken neden ölmüyorum derken insan türü kesiverdi bir gün beni tam 1970 yıl yaşadım o toprakta ve sonra bitti gezegen sefam”. “Lanet mi?” dedi. “bunu nasıl bilmezsin zeytin ölmez ağaçtır ölümsüzdür. binler yıl yaşar. bolluğu bereketi mütevaziliği ile nam salan sessiz vakur zaman yolcuları onlar. Nasıl kıydılar sana nasıl???” diye diye dövündü benim tatlı Tessaram… Biraz durulunca, mavi suları, küçüklü büyüklü adaları, fokları, bulutları taradı kara gözleri. “Olmaz böyle, seni yaşatmalıyız yaşatacak birini bulmalıyız.” “iyi de dedim beni yaktılar ne bir dal ne bir kök. üstelik varsılı terk edeli 300 dünya yılı olmuştur.” “Bulucaz dedi köyleri, dağları gezeceğiz, turnaların kanadında, gelinciklerin kızılında, akakların köpüklerinde arayacağız. Evleri, ocakları, eşikleri aşacağız. Kalplere seslenip rüyalara gireceğiz. Er yada geç sana can olacak biricik bir yüreğe konacağız.”
Dediğini yaptık. Mevsimler boyu, karı yazı çiçeği hazanı takip ettik. Binlerce kalbi okşadık, zeytinyağlarına daldık. Sabunlarla konuştuk. Sofralarda dane olduk. Yastıklara iliştik, rüyalara bulaştık. Hayallere girdik çıktık. Zaman devroldu, devran döndü durdu. Umud adımızdı, vazgeçmedik. Ressamların, heykeltıraşların, yazarların dimalarında gezdik. Her yerden işaretler yolladık ama hiçbirinin gönlüne değemedik. Doğduğum Helenin de altını üstüne getirdik ama orada da ayna olacak, bir nefes verecek birine ulaşmadık.
Aylak gezerken rüyalarda tıpkı Tessara’ya benzeyen bir kadın, siyah saçlı siyah gözlü sanki birini, bir şeyi beklercesine huzursuz geziyordu rüya aleminde, bağırmak isteyen ama ağzını açamayan ağlamak isteyen ama gözünden yaşı akıtamayan az hüzün, çok neşe, çok boşluk, çok şefkat çırpınan bir güzellikti. Uykusunda bile huzursuzlanan bu naif beden gözü açıkken nefes alabiliyor muydu? bu kadın olmalıydı nasıl ne biçim bilmiyordum ama bu Antakya denilen başka bir zeytin ve muazzam kardeşlik şehrinde yaşadığına göre bu kadın beni görür beni duyardı. Adı ne dedim Tessara’ya. Gözlerini kapadı ve açmadan “cihana sığamayan ama cihanı içine sığdıran Menel” dedi. Tamam dedim emin oldum. Doğdum öldüm sığınamadığım bu varsıla, yokluktan yine bu sığınamayan kadın çıkaracaktı belli ki beni. Omuzuna dokundum hafifçe. Ölmeden önceki son halimi buğday, gelincik, kara boyunlu batağan, boz ördek eşliğinde gösterdim. Bir imbat estirdim dallarımda. Meyvelerimi gösterdim o denli ihtişamlı bir tablo yaratmıştım ki beni görmesi için dua ediyordum.
Gördü. Sustu. Kara gözlerinden yaşlar aktı usul sessiz. Uykunun dehlizine geri döndü.
Tessara gitmişti, ben ise bu kadının kalbine yerleşip kalmıştım. Gezegen halim bitmişti. Hissediyordum ait olduğum gönül buydu. Ne yapacaktıysa, nasıl yapacaktıysa ona yardım edecek sabırla bekleyecektim. Şehir muhteşemdi. Toprağın taşa bürünmüş hali yedi düvel dil, din, ırka ev sahipliği yapıyordu. Sebzenin baharatın deli danslarına hiç tanımadığım zeytinlerde eşlikteydi. Huzurluydu insanlar ve bir ve bütün ve anlayışlı. Taş topluyordu benim sessiz alçak gönüllü yarim. Yüzbinlerce taş. Bekliyordum onun yanında ondan habersiz izliyordum. Topladı topladı ve başladı. Minik minik taşları bir araya getirip yatay bir inşaat yapıyordu sanki. Resim yada heykel değildi. Gel zaman git zaman taşların mozaik oluşturmaya başladığını fark ettiğimde bir ağacın ağlayamayacağı kadar çok ağladım. Ahhh benim biricik Tessaram beni bir mozaik sanatçısına emanet etmişti. Güzel Helen moziklerinden esinlenerek binlerce yıl öncesinin mozaik adını taşıyan Tessaram beni mozaikle yaşatacak ruhla buluşturmuştu.
Tam 9 ay sürdü tıpkı insan çocuğu gibi 9 ayda doğdum. İnanması çok güç ama 500,000 taşla beni vucuda getirdi. Beş yüz bin kez eli beni yoğurdu, büyüttü. Karşısına geçip baktığımda yüzyıllarımı, tıpatıp ben olan beni gördüm. Rüyasına girdiğim son halim bana bakıyordu ben Menel’e. Ben Menel’e sevdalı, Menel bana düşkün. İkimiz zeytine aşık. Gerçek zeytin çekirdekleri ile süsledi beni Ayasuluğun esintisi, köklerimdeki buğdaylardaydı. Neredeyse özüm kadar da ağırdı tablo denen suretim. Hem aşık, hem deliydi bu kadın. Ne yapacaktı beni. Can vermişti mıhlamıştı beni geleceğe de biz ikimiz ne yol alacaktık. Beni gören bana mı hayrandı? Menel’e mi bilemiyordum ama sarhoştum yeniden varsıl dünyada olmaktan. Beni insanlara anlatmak göstermek isterken korkunç bir şey oldu. Anadolu’nun en şiddetli depremlerinden birine maruz kalmıştı benim Menelimin güzeller güzeli şehri. Yer ve gök bir olmuştu yer kalmamıştı. Sıkıştığım, bir kaç dalımım hasar aldığı galeriden aylar sonra çıkarıldığımda gün yüzü göreceğimi sanmıyordum. Kırık dallarımı, yapraklarımı kızıl taşlarla yamadı. Bu acıyı unutmayalım diye bana nişanladı. Menel ailesini almış, kayıplarını kalbine gömmüş şehri terk etmişti. Bu süreç çok yaralayıcı ve acıyla örülü bir yol. Belki bir gün onu da size Menel kendi anlatır. Beni de kattı yanına yurduna ve bilinemeze yola çıktık. Teos’a bıraktı ailesini. Ben yaş ama yaşayan ne çok zeytin vardı orada. Biz de orada olalım kalalım istedim ama Menel’i çekiştiren başka bir yolculuk vardı.
Cennetin Hediyesi
Sonra taşındım, taşıdılar, taşıdılar. Yerleştiğimde yeni yerime bir mucizeye doğmuştum yeniden. Kokudan bahsetmiştim ya. Koku aklımı başımdan aldı. Tüylü çan çiçekleri, sığır kuyruğu, hatmi, acı bakla ve nicesi…. Tüylü pelikanlar, balıkçıllar, sakar meke, yaban ördekleri.. iyot. zeytin. mandalin. hepsi buradaydı işte. Yurdumdaydım. Ana yurdumda. Ocağımda. Yüzyıllarca dağlarından bal, ovalarından yağ akan şehrimdeydim. Nerdeyse 2300 sene evvel Tessarayla göçüp konduğum Ayasuluğa bu kez Menel ile gelmiştim. Kesildiğim yerde şimdi nar bahçeleri vardı 350 yıldır gezip durmuştum yokluk aleminde ya, bu toprak pek de değişmemişti, dahası insanlar zeytinyağına daha da sevdalıydı. Pek çok yer zeytin ağaçları ile bezeliydi.
Tessara insan suretini toprakla bir eylediği günden beri ilk kez sonsuz bir huzur hissettim içimde. Ait olduğum yerde ait olduğum gönülle sessiz geleceği bekliyoruz. İnsanlara dokunup bizi görenlere bizi anlatıyoruz. Seviyoruz hikayemizi anlatmayı, hikayemizi yaşamayı. Bu kadim topraklarda ölmez ağaç olduğumu artık bilerek, kadim şehrinde beni doğurup, bir başka masal şehre getiren bu cihana sığamayan kadınla cenneti tadıyoruz.
Sahi bu kez adım Parádeisos değilse de daha anlamlı. Cennetin Hediyesi.
Cennete hediye Menel ile.
Tessara* : Güzel mozaik antik yunanca / Pelium* : Yunanistanda Teselya bölgesinde bir dağ / Parádeisos* : Cennet Antik yunanca / Kaystros* : Küçük Menderes nehri / Apasas* : Ephesus’un Hititler dönemindeki adı / Pyros* : efesde antik dönemde yetişen bir buğday türü / Glykinos* : zeytinyağı ve incirle yapılan antik dönem ekmeği
Opmerkingen